14 Aralık 2019 Cumartesi

Domatesli Bulgur Pilavı


Öğle yemeği saatinin gelmesine on dakika kadar vardı. Biraz haberlere göz gezdireyim dedi. İki milyona yakın adayın girdiği üniversite sınavının sonuçları belli olmuştu. Yaklaşık 15 sene önce kendisi de aynı yollardan geçmişti. “Ahmet okusun,” demişti ilkokul öğretmeni, “mutlaka okusun.” Dedikleri gibi okudu, gözde bir üniversiteyi kazandı, işe de girdi. Öğretmenlerinin emeklerini boşa çıkarmayıp ailesinin göğsünü kabarttı. Sivas’ın o küçük kasabasından çıkıp dev plazanın 18. katına yerleşmeyi başardı. “Ben dememiş miydim?” dedi öğretmeni, “Bu çocuk olacak diye.”

Pürüzsüz siyah camların gerisinden bina ordusunu seyrederken “olmak” dedikleri şey buymuş diye geçirdi içinden. Saygın bir şirketin yüksek maaşlı bir elemanı olarak yapay bir tepeden koca şehre bakabilmek. Gel gelelim o, hızlı ve rekabet dolu bu iş dünyasından bunalmıştı. Birçok üniversite mezunu genç onun yerinde olmak için can atarken o kendini grafiklerin, endekslerin, istatistiklerin içinde hapsolmuş hissediyordu. Cahit Sıtkı'ya göre yolun yarısına az kalmışken artık sessiz ve sakin bir hayatın hayalini kuruyordu.

“Kaçacaksın Ege'de bir sahil kasabasına, hani olur ya Rumlardan kalma eski taş evler, öyle bir evin olacak, bahçesinin çok büyük olmasına gerek yok, ahşap kapısı açılırken hafif gıcırdayacak, konu komşu kendi eviymiş gibi girip çıkabilecek, kilit bile istemez bahçe kapısı, ne de olsa herkesin birbirini tanıdığı hırsızlığın bilinmediği bir kasaba bu, hem hırsız gelse ne çalabilir ki kap kacaktan başka, iki göz odası olsun yeter, bahçede dolaşan üç beş tavuk, sütü de komşulardan alacaksın yeni sağılmış...”

Neden diğer iş arkadaşları gibi hayatından memnun olamıyordu? Yoksa onlar da memnun değildi de memnunmuş gibi gözükmeye mi çalışıyordu? Çocukluğu kırsalda geçtiği için miydi bu özlem? Belki de içindeki çocuğu çoktan öldürmesi gerekirken sağ bırakmıştı. Şimdi o çocuk; kalabalıktan, trafikten, piyasalardan toz olup kayıplara karışmak istiyordu.

Yemek saati de gelmişti. Çok geçmeden karnını doyursa iyi olacaktı. Teras katındaki kafeteryanın yolunu tuttu. Yemeğini alıp başkalarıyla göz göze gelmemeye çalışarak boş bir masa aradı. Gözüne kestirdiği tenha bir köşeye oturup yemeğini yemeye başladı. Yedikçe biraz olsun kafası dağılıyordu. Eskiler boşuna dememiş, “Can boğazdan gelir.” diye.

“Afiyet olsun Ahmet Bey.”

“Teşekkürler, size de.”

“Yemekten sonra odama uğrar mısınız?”

“Tabii ki Gürol Bey.”

“Görüşmek üzere.”

Personel müdürü çağırdığına göre işler yolunda gitmiyordu anlaşılan. Ekmeğini yemeğin suyuna daha sert bandırıp yemeye devam ederken bir yandan da hayalindeki evin iç tasarımıyla uğraşıyordu.

“Kuzinesiz de olmaz böyle bir ev. Üstünde aş pişer, çay demlenir; içine börek tepsisi sürersin, patlıcan patates atıp közlersin. Mutfak robotu mübarek. Hatta kışın yanı başında ısınır, üstünde kestane pişirirsin...”

Yemeği bitirip çayını da içtikten sonra müdürün odasının yolunu tuttu.

“Merhaba Gürol Bey, erken gelmedim değil mi?”

“Hayır hayır, otursanıza, merhaba.”

“Ne içersiniz?”

“Türk kahvesi, sade.”

“Nasılsınız Ahmet Bey?”

“Teşekkürler iyiyim, siz nasılsınız?”

İyi miydi? Yeryüzünde kim bilir kaç insan iyi olmadığı halde bu soruya bu şekilde cevap veriyordur diye aklından geçirdi. Aslında sadece idare ediyordu.

“Teşekkürler, Ahmet Bey fazla vaktinizi almayacağım. Siz firmamız için önemli personellerden birisiniz. Ancak son aylara baktığımızda performansınızda düşüş var. Her şey yolunda mı? Sağlığınız, sıhhatiniz ya da moralinizi bozan başka şeyler mi var?”

“Sağlığım iyi çok şükür ama ne bileyim canım sıkkın biraz.”

“Üzücü bir hadise yok değil mi? Sizin için yapabileceğimiz bir şey varsa çekinmeden söyleyin lütfen.”

“Yok hayır, dediğim gibi sadece bu aralar sıkıldım biraz.”

Keşke “sadece bu aralar” olsaydı. Keşke “biraz” sıkılsaydı. Keşke geçici bir durum olsaydı. Aynı cümle içinde birden fazla yalan söylememiş olurdu. İnsanın para kazandığı yere karşı gerçekleri söylemesi öyle kolay değildi.

“İsterseniz size izin verelim bir hafta, tatile falan çıkın.”

Ah o tatiller! Yıllık izinlerinde gezmeye gittiği yurdun o birbirinden güzel köşeleri kanına girmiş, zihninde biriktirdiği o fotoğraf kareleri seneler geçtikçe aklını çelmişti. Mardin'de eski bir medresenin tepesinden Mezopotamya'yı seyrederken, Doğu Karadeniz'in zirvelerinde bir yayladan aşağıdaki bulutlara bakarken, Foça sahilinde oturmuş ufukta güneşi batırırken, Toroslarda bir kanyonda yükseklerden akan suyun sesini dinlerken... İşte hep bu doğal güzellikler yüzünden genç yaşında beton yığınlarına, alışveriş merkezlerine, kalabalık caddelere ve para piyasalarına küsmüştü.

“Tatil hiç fena olmaz aslında Gürol Bey.”

Her ne kadar bu kürkçü dükkânına dönecek olması işkence gibi gelse de her güzel şeyin bir sonu yok muydu? En azından biraz olsun nefes almış olacaktı. Olaylar ani geliştiği için nereye gideceği hakkında bir fikri yoktu ancak bayramdan bayrama ziyaret ettiği anasının domatesli bulgur pilavını yemeyeli uzun zaman olmuştu...

Eylül 2019

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder