2 Kasım 2019 Cumartesi

2019 günlükleri - 3


Milletteki başkalarına şirin gözükme olayına hastayım. Adam özel hayatında her türlü haltı yiyor ya da hiçbir amel yapmıyor sonra benim yanıma gelince sanırsın hatim indirecek. Dinden diyanetten yürüyor. "Bakma yapmıyoruz belki ama biz de boş değiliz birader"e getiriyor muhabbeti.

Arkadaş bana neyi kanıtlamaya çalışıyorsun ki ya da vicdanını mı rahatlatıyorsun? Sanki öbür tarafta torpil yetkim var da benim kotadan yararlanacaksın. Hele ki ben kendimi kurtaramamışken. Sınavlardaki "çan eğrisi"ni uygulasalar işimiz kolay ama o da yok. Sürprizlere açık bir yer.

Ancak şurası gerçek ki peygamberler nefsini temize çıkarmamışken kalp temizliğiyle övünüp kendilerini amellerden muaf tutanların bu kibirleri yüzünden işleri çok zor.

"Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevkeder. Doğrusu Rabbim gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).”
(Yusuf, 53)

--o--

Ramazan ayında bir futbol takımına para toplamanın Müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan farkı yoktur. Çünkü diğer aylarda da olsa zekât genellikle ramazan ayında dağıtılır. Ayrıca zekât zenginlere değil fakirlere verilir. O burun kıvırdığınız Suriyelilere sadaka verseniz hayra girersiniz ama koskoca Fenevbahce cemaatinin yardıma mı ihtiyacı var lan?

Ne kadar yerli ve milli ünlülerimizin olduğunu da bir kez daha görmüş olduk. Alayınız illuminatinin çocuğusunuz zira Allah rızasıyla işiniz olsa o yüksek sanat camiasına giremezdiniz. 1932 yılında Keriman Halis nasıl Dünya güzeli seçildiyse siz de aynı tezgahtan geçerek ünlü oldunuz. Hadi çıkın Filistin'e yardım toplayın da o patronlarınız bozuk para gibi harcasın sizi.

--o--

İhtilal sonrası olmasına rağmen 80'lerde eğitim ne güzeldi: Az ders, bol sokak. Sonra 90'larda 8 yıllık zorunlu eğitimin çıkmasıyla çöküş başladı. Daha sonrası tam bir felaket. Hâlbuki gelen bakkal gibi oturduğu yerde oturup hiçbir şey yapmasa işler daha iyi giderdi. Kişisel gelişim, yabancı dil, Avrupa, uyum, proje, teknoloji gibi süslü terimlerle sıvadılar geçtiler. İşin içinde hem çapsızlık vardı hem de dış güçler.

--o--

Geçen gün açıklanan yeni lise müfredatına 11. sınıflar için "Algoritmik Programlama" diye bir seçmeli ders koymuşlar. Bu aynı "rakamlı matematik" demeye benziyor çünkü programlamanın temeli zaten algoritmadır. Yani algoritmasız programlama olmaz. Kelimeye ek getirerek ritmik jimnastik tarzı bir isim icat etmişler. Bizde öyledir, havalı isim fetişliği candır gerisi heyecandır.

Not: Algoritmaya ismini veren El Harezmi'dir.

--o--

Bu aralar gündemin ana konusu S-400 füzeleri. Bu konuda referandum yapılsa dense ki "S-400 alınmasın böylelikle dolar düşüp ekonomi düzelsin" diğer şık da "S-400 alınsın bu yüzden de batacaksak batalım". Hangi görüşten olursa olsun en az %95 "S-400 alınmasın" der. Mesele duygusal olunca bu konuda birlik sağlanır.

Geçtiğimiz 10 sene içinde millet evini aldı arabasını yeniledi, kimi rezidansa taşındı kimi dört çekere geçiş yaptı. Alem konformist oldu bildiğin yaydı. Şimdilerde; solcusu, kemalisti, sağcısı, muhafazakarı aynı AVM'de kredi kartlarıyla ibadet edip, aynı Amerikan hamburger zincirinde saf tutup okunmuş yiyecekleri yiyor sonra da aynı sinemada bir Amerikan filminde huşu içinde tefekküre dalıyor.

Ne diyordu savaş meydanında verdiği hutbede Cesur Yürek William Wallace:

"Evet, savaşırsanız ölebilirsiniz.
Kaçarsanız biraz daha yaşayabilirsiniz.
ama bundan yıllar sonra yatağınızda ölümü beklerken, o yaşadığınız günleri bu günle değiştirmeyi hayal edeceksiniz.
Bu fırsatı düşleyeceksiniz ve bu günlere dönüp şunu söylemek isteyeceksiniz
hayatlarımızı alabilirler ama özgürlüğümüzü asla elimizden alamazlar!"

Mübarek Orta Çağ'da bu tür gazlar işe yarardı. Ancak günümüzde yemez, eskiye nazaran insanların kaybedeceği çok şeyleri var. Fakat Ömer Seyfettin'in Diyet hikayesindeki gibi satırla kolunu kesip efendisinin önüne atarak diyetini ödeyip özgürlüğüne kavuşacak insan artık yok.

--o--

Bir taraf 3 fidanın idamına, bir taraf da başbakanın idamına üzülüyor. Hatta bazıları işi daha ileri götürerek diğerinin idamına seviniyor. Hâlbuki her iki taraf da iki idamın karşısında dursa belki de kimse boş yere ölmeyecekti. Çünkü iki darağacını da kuran aynı düşmandı.

Ortada elden ele dolaşan bir beyzbol sopası var. Sopayı kapan sevindirik oluyor ve diğerini dövmeye başlıyor. Aradan biraz zaman geçince aynı sopayla kendisi dayak yemeye başlıyor ve tek hedefi sopayı tekrar ele geçirmek oluyor. Sopa başkasının, dövdürten de başkası ama sopayı eline alan kendi iradesiyle dövdüğünü sanıyor. İradesi sandığı aslında hayvansal içgüdüleri zira benzer bir deneyi maymunlar üzerinde deneseniz aynı sonuç ortaya çıkar. Bir insan evladı çıkıp da şu lanet olası sopayı kırıp asıl sahibine iade etmedikçe bu oyun böyle devam edip gidecek.

--o--

Bulunduğu kabın şeklini alan sıvılar için İslam'ın yapabileceği pek bir şey yok.

--o--

Osmanlı, Konstantinopolis'i fethettikten sonra isminin ne olacağı konusunda tartışmaya girmedi. Ufak bir dokunuşla Konstantiniyye ismi Cumhuriyet'e kadar devam etti.

"Sapına kadar Osmanlı torunuyuz." diye övünen kardeş, sen de Mussolini ulusalcılığının rahle-i tedrisatından geçmiş birisin. Yoksa Dersim adını duyunca Rambo'ya bağlamaz veya başkasına dini, dili ve ırkı üzerinden saldırmazdın.

Bombalama, sürülme, mübadele, yer isimlerini değiştirme, Sümerler'le akraba olmaya çalışma falan imparatorluktan ulus devlete geçişin sancılarıydı. Toprak kaybının verdiği eziklikle uydurulmuş bir sürü hurafe bizi birbirimize düşürmekten başka ne işe yaradı?

--o--

Tatili tatil yapan şey insanlardan uzak kalmakmış.

--o--

Domatesin tadından müziğe kadar. Her şey bozuldu, her şey bozdu diyoruz ya. Toprak da eskisi gibi değil yağmur da. Ama yağmurdan sonraki toprak kokusu aynı. Yalandan bozuk kokuları bastırıyor, bir esrime hâli ve bizi kendimize getiriyor yani toprağa.

--o--

Oyunu onların topuyla -demokrasiyle- oynasak da kaybediyoruz. Hapsedilen, öldürülen yine biz oluyoruz.

Hep duyarsınız özellikle de müstemleke burjuvalardan: "Şu müslüman ülkelerin durumuna bakın, her türlü pislik onlarda, adamlar uzaya çıkıyor biz hâlâ nelerle uğraşıyoruz, ne yani İslam bu mu?..."

İşte sömürgeci eğitimin alttan alttan vermek istediği düşünce sistemi budur. Her kesime ulaşamasa da kendine epey yandaş bir zümre toplamıştır. Sömürgeciler; bu seçkinler sınıfının eline sopa, ağzına düdük vererek onlara bir statü kazandırmış, ülkenin bekçiliğine getirmiştir.

Aşağıladıkları müslüman ülkelerin hemen hepsi de kendileri gibi devşirmeler tarafından kontrol altında tutuluyor. İşlerine gelmeyecekleri, rahatsızlık verenleri, üretim hatalarını hapse atıyorlar, öldürüyorlar. Kararları sömürgeciler verirken onların elemanları demokrasinin bekçileri oldukları için kendileriyle gurur duyuyor, efendilerinin attıkları kemikleri yakalamak için zıp zıp zıplıyorlar.

İslâm'ın karar yetkisi elinden alınmış, camilere ve vicdanlara hapsedilmiş, itibarsızlaştırılmış ve hatta artık şekli-görüntüyü bile kurtaramıyorken kimsenin (çok da umrundaymış gibi) İslam'a ve müslümanlara laf etmeye hakkı yoktur. Siz iyisi mi efendilerinizin muasır kemiklerini yalamaya devam edin.

--o--

Liseye Geçiş Sınavında Aydın il genelinde 5 öğrenci tüm soruları yapmış. Öğrencilerden birisi "buraya çocuk mu gönderilir" denilen merkez ilçenin en ücra okulundan, diğer ikisi de iki ücra ilçe Karacasu ve Bozdoğan'ın köylerinden.

Çocuğumu şu özel okula, şu öğretmene vereyim diye yırtınan anne babalar o iş öyle olmuyor. Önem sırasına göre önce öğrenci, sonra siz, en son okul ve öğretmen gelir.

Madem eğitim ailede başlar evet siz veli olarak okul ve öğretmenden önce geliyorsunuz. Özellikle sağlam bir karakter ve duruşu önce siz verebilirsiniz. Sizin veremediğinizi başkasının vermesi de çok zordur. Her fırsatta gelip de okula çemkirmeniz ne bileyim not dilenmeniz hatta bunları yapmasanız bile evde öğretmeni çekiştirmeniz, çocuğunuza çakallık ve ikiyüzlükten başka bir şey öğretmez. Evet en iyi okul da öğretmen de sizsiniz. Boşuna dışarıda aramayın. Öğrenciyi ve öğretmeni rahat bırakın, kendi işinize bakın yeter.

--o--

Bilişim teknolojileri; tembelliği ve onun kardeşi sabırsızlığı beraberinde getirdi. Tuşa bas bilgi karşına gelsin, kopyala-yapıştır ödev yapılsın, faturalar otomatik ödensin, sipariş ayağına gelsin... Her şeyin bu kadar kolay ve hızlı olmadığı zamanlarda gidilen yolun, geçen sürenin, çekilen çilenin, çevreyle etkileşimin, en basitinden alın terinin kazanım olarak daha değerli olduğuna inanıyorum.

Sanki bilgi kullanılıp sindirilmeden dışarı atılıyor. Sonuç olarak doyuyoruz belki ama beslenemiyoruz.

Ulaşımdan örnek verecek olursak varacağımız yere uçakla daha hızlı varıyoruz ama trenle geçtiğimiz yerlerin insanlarını gözlemliyor, coğrafyasını tanıyoruz.

"Hamdım, piştim, yandım" demişler ya. Aradaki pişme evresi yok artık. Pişmeden de yanma olmuyor.

Bütün bu fast-food bilgi dünyasının getirdiği hazımsızlığı yeni nesilde görebilirsiniz. Artık ne uzun süre konuşan birini dinliyorlar, ne bir problem üzerinde kafa yoruyorlar, ne de bir bulmaca çözmeye çalışıyorlar. Anlamak gibi bir dertleri yok. Çabuk sıkılıp hemen havlu atıyorlar.

Bu tatminsizlik ve mutsuzluk ortamı, gelecekteki depresyon çağının sinyallerini şimdiden veriyor.

--o--

Letgo'da ilgimi çekecek bir kitap gördüm 5 liraya. Kitabın kaç sayfa olduğunu sorduğumda fiyatı 10 liraya çıktı. Bu milleti yıkmaya kimsenin gücü yetmez değil mi?

--o--

İngiltere'nin başına da huy ve tip olarak Trump gibi birini getirdiler. Yeni dünya düzeni (New World Order) sahipleri işi iyice fantaziye döktüler, manyakları koltuğa oturtup dünyayla dalga geçiyorlar. Adeta şunu demek istiyorlar: Biz istediğimizi istediğimiz yere oturturuz, gerekirse oraya bir eşşeği oturturuz ama arkadan yöneten biziz, ayağınızı denk alın, bizim satın alamayacağımız insan yoktur...

Dünya devlerinin başında bunlar oturuyorsa diğer ülkeleri siz hesap edin artık.


1 yorum: